
26 Eylül 2020 Cumartesi
YAZAR'A AİT DİĞER YAZILAR |
Peyzaj Mimarları İçin 20 Soruda Küresel İklim Değişikliği Rehberi 17 Şubat 2022 Perşembe |
Peyzaj Mimarları İçin Moskova Kent Rehberi 27 Mayıs 2021 Perşembe |
Peyzaj Mimarları İçin Chogoku ve Kinki (Japonya) Rehberi
Seneler önce, henüz ilkokuldayken hayatımın en renkli günlerini geçirdiğim Divriği ve onun UNESCO dünya mirası listesindeki mücevheri Ulu Cami, benim ve arkadaşlarımın onu bir oyun alanı haline getirmemizle, bugün bile hatırladığım oldukça eğlenceli birçok şeye sahne oluyordu. 90’ların başında çocuk olmak ne 70’lerin zorluklarını barındırıyor ne de bugünkü kadar silikon çiplere sıkışmış elektronik unsurlar içeriyordu. En büyük sorunumuz, aynı zamanda mahallede karizmamızı en çok sarsan bir anne eylem planıydı: Maçın en heyecanlı dakikasında bir hakemden çok daha büyük bir güçle oyunu durdurmak, yıldız futbolcuyu yanına çağırmak ve elindeki havluyu onun sırtına yerleştirmek! Defalarca attığı gollerle maçın yıldızı olması an meselesiyken annesinden yediği bu golle ağlamaklı ağlamaklı oyuna devam etmişliği olan biri olarak o günleri hala çok özlüyorum. Özellikle de düz alan sıkıntısı nedeniyle mesken tuttuğumuz ve imama verdiğimiz maç bitince cemaat halinde namaz kılma sözü karşılığı kabul edildiğimiz “Ulu Cami Avlusu Japon Kale” maçlarını… Yeri gelmişken, maçın sonlarına doğru topu anlamsızca aşağıya doğru gönderip sonra da “atan alır” kuralı gereği peşine düşmem sayesinde kaytardığım tüm namazlar için özür dilerim. Önce Allah, sonra da takım arkadaşlarım ve imam Mustafa abi affetsin! Çocukluğun her zaman haklı olabilmek gibi muhteşem bir kuralı vardı ve onu sonuna kadar kullanıyordum sanırım. Ulucami avlusunun şahit olduğu en önemli maçlardan biri de şüphesiz, ziyaret için gelmiş iki Japon’un “yabancı transfer” olarak aramıza katıldığı, oyunun “Japon kale” olmadığından mütevellit onların üzerlerine atladığımız ve Japonlar ile futbolun ne kadar ayrı galaksilerden olduğunu anlamamla neticelenen bir hezimetle sonuçlanan maçtı. Büyük bir hevesle defansta duran Mıstık’ı karşı tarafa verip takıma aldığım Japon’un maç boyunca yaptığı en pozitif hareket bize dağıttığı sütlü şeker olmuştu. On iki sene sonra ben Japonya’da yaşıyorken hastası olduğum bu şeker, ben çocukken yaptığımız maçlarda bize verilen paketin üzerindeki geyik resmi ile hafızama kazınmıştı. Her zaman elimizi kolumuzu sallayarak yendiğimiz bir rakibe, yabancı transferimizin ayağının topa değmediği bir maç sonrasında yenildiğimizde yaptığımız işaret dilli sohbette bu geyiklerden Japonya’da çok olduğunu öğrenmiştim. Ve işte tam da bu yüzden, ne zaman Japonya’ya gitsem ve başta Nara olmak üzere birçok geyiğin özgürce dolaştığı mekânlarda zaman geçirsem aklıma Divriği, çocukluğum ve hayatta en büyük derdimizin cami imamını atlatarak bir maç yapabilmek olduğu sütlü Japon şekeri tadındaki masum günler gelir. Ve işte bu yüzden, benim için Japonya sadece hayatımın ciddi bir kısmını geçirdiğim ve çok sevdiğim bir ülke değil, aynı zamanda kaçıp sığınmaktan büyük mutluluk duyduğum çocukluğum ve gençliğimdir. Elbette bu durum Japonya’nın mesleki anlamda görülmeye değer birçok yerinin bulunduğu gerçeği ile çelişmez. Kabaca Türkiye’nin yarısı kadar bir yüzölçümü ile yaklaşık iki katı nüfusuna sahip olan Japonya, çok iyi organize olmuş bir demiryolu ağı ile oldukça kolay gezilebilen bir ülke olsa da, bunun için ödenmesi gereken fiyatlar sadece bizim için değil, dünyanın birçok ülkesi için de “pahalı” denebilecek seviyelerde. Ülkenin yüzde 80’inin dağlık olması ve bugün bile aktif olarak bilinen onlarca yanardağın bulunmasının yanında, Japonya denince akla ilk gelen şeylerden biri olan deprem gerçeği, bu ülkenin bulunduğu konuma gelmek için ne kadar yoğun çalışması gerektiğinin birer kanıtı gibi durmakta. Biz peyzaj mimarları için incelenmesi gereken birçok örneğin din-kültür-meslek kümelerinin kesişmesiyle ortaya çıktığı ülke bu anlamda da oldukça ilgi çekici bir laboratuvar niteliği taşımakta. Şimdi gelin, Kuzeyden Güneye doğru hafif S formlu bir kıvrımla uzanan bu stratovolkanik bu takım ada ülkesinin en merkezi konumunu oluşturan ve önemli birçok kenti bünyesinde barındıran Chogoku ve Kinki bölgelerinin önemli bazı peyzaj mimarlığı örneklerini birlikte inceleyelim. Bu yazı serisinin her bölümünde dediğim gibi; bu yazı bu alandaki tüm örnekleri ortaya koyduğu iddiası taşımıyor. Ama oldukça önemli ve değerli örnekleri, yolunuz düştüğünde zamanı ekonomik kullanmak adına işinizi çok kolaylaştıracak bir biçimde ele aldığı iddiası her zaman baki. “Niçin bu iki bölge? Niçin ülkenin başkenti olan Tokyo bu yazıda yok?” sorularına verilecek cevap da kısaca ülkenin tarihi ve kültürel özgül ağırlığının biraz daha ele alınan bu bölgelerde olmasıyla açıklanabilir. Belki de yakın bir gelecekte Tokyo için ayrı bir yazıyı kaleme almak gerekir, kim bilir?
Nara Park
Çocukluğumdan kalan “Japonya ve geyik” ilişkisi birçok Japon şehrinde oldukça anlamlı bir simge olarak karşıma çıksa da, bunların en ünlüsü ve etkileyicisi hiç şüphesiz Japonya’nın büyük ama nispeten sakin, tarihi ama oldukça modern altyapılı, eski ama oldukça şık kenti Nara’ydı. Japonya’nın eski başkentlerinden ve kültür merkezlerinden biri olan Nara, bugün 40 km yakınında bulunan Kyoto’nun gölgesinde kalsa da, Nara istasyonunun çevresini ifade eden Nara Park; sahip olduğu tarihi tapınak bahçeleriyle ve elbette içinde yüzlerce geyiğin özgürce dolaşması ve hatta sizi yiyecek bir şeyler bulmak umuduyla kovalamasıyla akıllara kazınıyor. Toplamda ayıracağınız yarım gün ve biraz hızlı hareket etmekle, kentin tarihi merkezi anlamına da gelen tüm Nara Park’ı bitirmeniz mümkün. Geyiklerin parkın dışına çıkmasını önleyen ama ilk bakışta bir sınır elemanı olduğunu anlayamadığınız zekice tasarlanmış kent donatılarından tarihi taş fenerlere kadar sık sık durup incelemenizi gerektirecek birçok detay barındıran alan en az Kyoto kenti kadar sizi tapınak görmeye doyuracaktır. Nara Park’a gelince yapılacak en mantıklı şey, gördüğüm en organize turizm danışma ofislerinden biri olan istasyon ofisine girmek ve bir harita almak olabilir. Sizin için en uygun turun gayet zekice işaretlenerek size verildiği bu haritalara baktığınızda en dikkat çeken yapı Todaiji tapınağı olacaktır. Burada içinde büyük Buda heykeli olan Daibutsuden, her ne kadar teyite muhtaç bir bilgi olsa da, dünyanın en büyük ahşap yapısı olarak bilinir. Nara her ne kadar rahatlıkla bir tam gün ayrılabilecek potansiyelde bir kent olsa da, buraya yarım gün ayırmanızı önermemin çok önemli iki nedeni var: Japonya’da bile neredeyse hiç bilinmeyen iki önemli ve ikonik peyzaj mimarlığı örneği; Tenri İstasyon Meydanı ve Morou Sanat Ormanı.
Tenri İstasyon Meydanı
Nara’da zaman geçiriyorken kalabalığa rağmen somut olarak hissettiğiniz bir şey oluyor. Burada zaman biraz daha yavaş, koşturmaca biraz daha az, Kyoto gibi bir ana arterden uzak olduğunuzu size hatırlatan birçok sükûnet ögesi mevcut. Nara’dan yola çıkıp bindiğiniz nispeten eski, sessiz ve tek tük insan olan tren ise size bu etkiyi “bir tık” daha fazla hissettiriyor. İnanılmaz bir nüfus yoğunluğunu geride bırakıp nihayet alışık olduğumuz sakinliğe doğru ilerlerken, yavaşlayan trenin camından gördüğünüz parlak beyaz konik strüktürler size Tenri’ye hoşgeldiniz diyen ilk şeyler oluyorlar. Aslına bakarsanız bu “şey”ler aynı zamanda Tenri’ye gelme sebebimiz. Geçmişte Japonya’ya başkentlik yaptığı heybetli yılları geride bırakıp, modern hali ile ancak fazla hareketli olmayan bir öğrenci kenti olabilen Tenri, bu sükûneti yok edip dünya gündeminde yer bulma çabası ile Japon kentlerinin en önemli alanı olan istasyon önünü -eki no mae- usta bir firmaya, Nendo’ya emanet etmiş. Kentin eski bir başkent oluşuna atıfta bulunan önemli bir kararla, antik Japon mezarlarını biçimsel olarak kendisine ilham verici kabul eden firma, bu kararıyla bir mezardan beklenmeyecek bir dinamizm kazandırdığı alanı dünya gündemine taşımayı başarmış. Yaklaşık 6 bin metrekarelik bir alanda “kofun” olarak bilinen antik mezarların konik formunun farklı çaplarda tekrarlanarak oluşturulduğu bu kentsel doku, birbiriyle fazla alakaları bulunmayan fonksiyonları bir araya getirmesiyle de dikkat çekici. Öğrencilere yönelik kütüphane ve ders çalışma birimleri bizim peyzaj mimarlığı eğitimi sırasında öğrencilere sıkça söylediğimiz “İçerdeki fonksiyonları dışarıya çıkartmaya çalışın” sözünü haklı çıkartırcasına oldukça başarılı gözükürken, bisiklet kiralama, restoran, spor mağazası, toplantı alanı gibi farklı fonksiyonlarla da alana ciddi bir hareket katıyor. Son dönemlerde büyük mimari ofislerden çıkan projelerde yoğun olarak gördüğümüz prekast tekniği ile daha önce hazırlanan parçaların alanda birleştirilmesiyle oluşturulan formlar, bu anlamda ciddi bir maliyet tasarrufu da sağlamış. Konstrüksiyonlardan geriye kalan tüm zeminin doğal taş destekli koyu renk ile domine edilmesi etkili bir kontrastla birimleri ön plana çıkartırken, bu etki beyaz birimlerin parlak ışıklarla parlatıldığı gecelerde çok daha fazla ön plana çıkmakta. Birimlerle armoni oluşturan dairesel yeşillerin serpiştirildiği alan “ağaçsız peyzaj” girişiminin önemli temsilcilerinden biri olarak kabul görmüş durumda. Projenin tesliminden sonra Japon kültürünün ağaca verdiği önemin bir sonucu olarak alana getirilen birkaç ağaca rağmen birimlerin formları hala alandaki en dominant etkiyi oluşturmaktadır. Sizi oldukça marjinal form anlayışı ile adeta başka bir dünyaya taşıyan alan, Tenri’nin bilinen tüm önemli destinasyonlara “ters” kalmasına rağmen mutlaka gözünüzü karartarak görmenizi tavsiye edeceğim bir yer.
Murou Sanat Ormanı
Lafı uzatmadan en başından görüşümü söyleyip sonra anlatmaya başlayayım: Hayatım boyunca gördüğüm en tuhaf, en güzel, en çarpıcı, en “ne alaka” dedirten peyzaj mimarlığı örneğine hoş geldiniz. Tenri istasyonunda aktarma yaparak bindiğim trende benden başka kimsenin olmayışının verdiği huzursuzluk beni defalarca doğru yöne gidip gitmediğim konusunda bir şeyler sormaya itse de, ironik bir biçimde bir şey sorabileceğim hiç kimse de yoktu. Bundan sadece birkaç saat önce Kyoto merkez istasyonunda binlerce insanla bir noktadan diğerine akarken, şimdi koca trende tek başına olmak bedeninizle birlikte ruhunuzu da seyahat ettirdiğiniz bir deneyim anlamına geliyordu. İndiğim istasyondan dışarıya çıktığımda gördüğüm tek şey bir taksi ve onun şoförüydü. “Buraya gitmek istiyorum” diyerek haritadaki yeri işaret ettim. “Şimdi gidemem, bir sonraki trenle gelecek bir öğrenciyi bekliyorum. Sen de oraya gidemezsin. Zaten kapanmasına iki saat kaldı.” dedi. Bu kadar yolu Murou için gelmiştim, vazgeçmeye niyetim yoktu. “Yürüyerek gidemez miyim?” diye sordum. Gülerek “imkânsız” dedi. “Başka bir toplu taşıma aracı yok mu?” diye sordum. “Yarım saat sonra şuradan bir otobüs kalkar ama anayolda indikten sonra 5-6 km yürüyerek tırmanman lazım” diye cevapladı. Otobüs gelince şoföre derdimi anlattım. “Tamam” dedi, “Seni orada indiririm.” Bomboş otobüse atladım. Ormanlık bir vadi içinde kıvrıla kıvrıla giden bir yolda, küçük bir yol sapağında durduk. Yarım saattir yoldaydık ve etrafta hiçbir şey, hiç kimse yoktu. Otobüsün bozulmuş olabileceğini düşündüm. Şoför arkasına döndü. “Buradan yukarı gideceksin” dedi. Teşekkür edip otobüsten indim. Nefes nefese son derece dik olan yolda ilerlemeye başladım. Dakikalardır bulunduğum ama hiç kimseyi görmediğim bir dağın tam ortasında, üçgen kesitli bir binanın içinden geçerek bu dünyadan olmadığına emin olduğum sanat ormanına giriş yaptım. Çok alakasız bir yerde bu kadar abartılı bir mekânın varlığını sorgulamamak imkânsız olsa da, devasa heykellerin ormanlarla kaplı bir alanda oluşturduğu görsel büyü ister istemez buna bir süre için engel oldu. Bulunduğum yer hiçbir aklı başında insanın kolay kolay cesaret edemeyeceği bir projenin kanlı-canlı vücut bulmuş haliydi. O andan itibaren peyzaj mimarlığında hayal edilebilen her şeyin gerçek olabileceğine emin oldum. İsrailli heykeltıraş Dani Karavan tarafından tasarlanan alanda, yeşil çatılı üçgen kesitli giriş kısmını geçince karşılaşılan ilk devasa heykel spiral bambu ormanı. Alanın genelinde de baskın biçimde kullanılan korten çeliğinden yapılmış devasa bir spiralden döne döne yer düzleminin altına inildiği tasarım, sonrasında sizi düz ve karanlık bir koridordan bir açıklığa getirmekte. Girişten itibaren ilerlendiğinde karşılaşılan ikinci tasarım ise bence alanın en ikonik ögesi: Spiral kanal. Yağmur suyunu toplamak ve alanı yağmurdan korumak için yapıldığı bilgisiyle biraz tezat oluşturacak biçimde, beton bir platform üzerinde bir çocuğun kâğıt üzerine yaptığı çizim gibi ilerleyerek bir ağaçla son bulan tasarım, üstlendiği önemli fonksiyonundan çok görsel karakteri ile “ben buradayım” diyor. Aslında devasa bir güneş saati olan güneş adası ise alanda karşımıza çıkan üçüncü devasa heykel ya da peyzaj objesi oluyor. Yine korten çeliğin, yine cömertçe kullanıldığı bu alan da en az diğerleri kadar ilgi çekici olmasının yanında, sizi kendisine tırmanmaya ve etrafa daha yüksekten bakmaya davet ediyor. Kullanıcıya vaat ettiği etkinliği yaptıran tasarımın başarılı bulunması gerekliliğinden yola çıkarak, alan içerisinde bulunan en başarılı girişimlerden birinin de burası olduğunu düşünüyorum. Alandaki bir diğer tasarım ögesi ise, güneş adasından hemen sonra karşımıza çıkan ve Karavan’ın antik Yunan amfi tiyatrolarından esinlendiğini söylediği sahne köprü. Ahşap bir daire sahneyi çevreleyen beton bir boşluk ve etrafında birkaç oturma basamağı ve bunu çevreleyen su ögesi ile ön plana çıkan tasarım, belki kalabalık bir günde ya da kalabalık bir arkadaş grubu içinde bir performans sergileme alanına dönüşebilir. Ancak benim gördüğüm kadarıyla genel anlamda en büyük fonksiyonu sessizlik ve kimsesizlik içerisinde muhtemel kullanıcılarını beklemek olacak. Zaten alan genel olarak o kadar erişilmesi güç, harcanan emeğe ve paraya kontrast biçimde ulaşılması için o kadar bir şey yapılmamış bir yer ki; bu kadar sessiz ve kendi halindeki bir yerde ne kadar başarılı olursa olsun bir performans bekler miyim, emin olamıyorum. Çünkü Murou, “biz çok fazla para harcayarak inanılmaz ilginç bir yer yapalım, sonra buraya ulaşmak için hiçbir toplu taşıma aracı koymayalım, hiç reklamını da yapmayalım; buna rağmen burayı bulup gelebilenler de neye uğradığını şaşırsınlar” denilerek yapıldığı çok açık olan bir yer. Kırsal alanlara dikkat çekmek ve bu alanların sahip olduğu büyüye vurgu yapmak için ortaya atılan bir fikirle şekillenen Dani Karavan imzalı bu alan için ne düşündüğümü iki kelime ile özetlemem istense, söyleyeceğim şey şu olurdu: Uzak ve acayip. Bu acayiplik biraz büyüleyici atmosferinden geliyorsa ve bu aslında çok iyi bir şeyse de, bir kısmı da şüphesiz bulunduğu çevre ile alakasızlığını da ifade eden ve algılanmasını zorlaştıran bir özellik. Bu kadar marjinal bir yaklaşımı bu kadar büyük maliyetlerle hayata geçirmek ve onu gidip kuş uçmaz kervan geçmez bir yere gizlemek başlı başına büyük bir meydan okumayı ifade ediyor. Alanda zaman geçirip dönüş yolunda ise aklınıza gelen tek bir soru oluyor: Bu, neydi şimdi böyle?
Osaka
Ülkenin tarihteki en önemli limanı ve ticaret merkezi olarak bilinen Osaka, aynı zamanda “çaktırmadan” kendisini gösteren “elit-halk” karşılaştırmasında, Tokyo’nun elitliğine karşı halkçı bir duruş sergilemekte. Tokyoluların biraz tepeden bakmalarına karşın kentleri ile gurur duyan bir duruşu temsil eden Osaka, ticaret merkezi olarak ne kadar iddialı ise Japon mutfağını Japon mutfağı yapan gastronomi özellikleriyle de tartışmasız biçimde önemli bir merkez konumunda. Tam da bu nedenle kent “ülkenin mutfağı - tenka no daidokoro” olarak anılmakta. “Büyük tepe” anlamına gelen Osaka, sıkı ve disiplinli bir çalışma hayatını temsil eden ülkenin, nispeten eğlenmeyi bilen kesimini temsil ediyor denebilir. Tokyolular Osakalıları biraz “taşralı - inaka” görürken, Osakalılara göre de kendileri nispeten yaşamayı bilen, daha eğlenceli bir topluluğu oluşturuyor. Yaklaşık 20 milyonluk nüfusu ile önemli bir metropol ve Japonya’nın en büyük ikinci şehri olan Osaka, temsil ettiği modern yaşamla kontrast oluşturacak biçimde yapımı 1583 yılına kadar uzanan tarihi bir kaleyle ünlü.
Osaka Kalesi
Japon kentlerinde tarihi bir işaret noktası olarak önemli olan kaleler içerisinde Osaka Kalesi’ne dair en önemli özellik, hiç şüphe yok ki çok güzel detaylar barındıran bu muhteşem yapının ve yakın çevresinin, kentin büyük bir zarar gördüğü ikinci dünya savaşı bombardımanından ilginç bir biçimde zarar görmeden kurtulması. Bünyesinde çok iyi organize edilmiş bir müze de barındıran kale, etrafında tasarlanan Nishinomaru Bahçesi ile de biz peyzaj mimarları için oldukça ilgi çekici. Sakura olarak bilinen 600 meyvesiz kiraz ağacının domine ettiği bahçe, Japon kültüründe önemli bir yere sahip olan beyaz çiçeklerin baharı müjdelemesi ile ziyaretçi akınına uğramakta. Yaz aylarında giderseniz, özellikle kestirme yolları tercih ederek ağaçlık alanlardan yürüdüğünüzde karşınıza çıkabilecek fauna üyeleriyle de gününüzü ilginç hale getirebilir. Bu ilginç durumlar daha önce karşılaşmadığınız kuş türleri ile renkli olabileceği gibi, benim başıma bir-iki kez geldiği gibi, bazı yılanlarla heyecan verici de olabilir. Yaklaşık 2 kilometrekarelik bir alanı kaplayan bahçe, geleneksel doku korunurken de spor ve kültürel etkinlikler yapılabileceğinin bir kanıtı niteliği taşıyor. Genellikle Nisan aynın ilk günlerine denk gelen Sakura döneminde çok yoğun bir kullanımın görülen bahçe, modern tasarım kriterlerinden çok Osaka Kalesi ile entegre edilmiş bir turda daha çok dinlenme amacıyla kullanabilecek, bununla birlikte geleneksel Japon hayatında bahçenin öneminin deneyimlenebileceği bir alan.
Dotonbori
Adını 1612 yılında bölgeyi bir ticaret merkezi yapmayı kafasına koyan tüccar Yasui Doton’dan alan, aynı ismi taşıyan kanalı Osaka içinde mal taşımayı sağlayacak bir ağa dönüştürme projesinin yarım kalmış hüzünlü bir hikâyesine ev sahipliği yapıyor. Bugün Osaka’nın olduğu kadar Japonya’nın da en renkli ve hareketli kısmını oluşturan alan, gece hayatının renkliliği kadar yerel lezzetleri sunan önemli restoranlarla da oldukça ünlü. 1615 yılında savaş sırasında öldürülen Yasui Doton’un kuzenleri tarafından kısmen hayata geçirilen kanal projesi o günden sonra Dotonbori olarak anılmakta. Birbirinden ünlü restoranlarla dolu alanda neon lambalarla oluşturulmuş bina cepheleri alanı gece gezintileri için oldukça cazip kılarken, kanal boyunca oluşturulmuş ahşap yürüyüş platformu her gün kanalın her iki tarafında bolca zaman geçiren binlerce kullanıcıyı ağırlamakta. Demiryollarının dönüştürülmesi sırasında ortaya çıkan traverslerin yanında, tarihi madenlerden sökülen taşıyıcı ahşap kolonların da hayat bulduğu gezinti yolu halen özellikle güneşli günlerde ortaya çıkan mekanik yağ kokusu ile sizi geçmişe götürmekte. “Dotonbori’de yiyecek bir şey bulamadıysan Japonya’da aç kaldın demektir” biçiminde bir söylemi hayata geçiren Dotonbori’de yemek yemekten ve gezintiden sonra en önemli etkinliklerden biri de neon lambaların başrolü oynadıkları sosyal medya fotoğrafları. Ünlü Kani Doraku restoranının bina cephesine astığı devasa yengeç bu fotoğrafların en önemli başrol oyuncusu olurken, Glico Man olarak bilinen neon tabela da alana gelen ziyaretçilerin önünde fotoğraf çektirmeden alandan ayrılmadıkları bir diğer önemli nokta. Eğer gürültü patırtıdan hoşlanmıyor, kalabalık sevmiyor ve dünyanın başka yerlerinde de deneyimleyebileceğiniz bu neon çılgınlığını ilginç bulmuyorsanız, gündüz vakti yapacağınız nispeten kısa bir seyahatle Japonya’nın en lezzetli yiyeceklerini yiyeceğiniz alan, kişisel olarak benim dünya üzerinde en favori mimari-peyzaj mimarlığı buluşmalarından birinin temsilcisi olan Namba Park Alışveriş Merkezine yakınlığı ile de cazip bir yer. Peyzaj mimarları, mimarlar ve şehir plancılarına, bir alanı cazibe merkezi haline getirmek isterlerse yapmaları gereken şeyin güçlü bir fikrin arkasında kararlılıkla durmak gerektiği olduğunu Osaka’nın en yeni cazibe merkezlerinden biri olarak gösteren alan, kent merkezinin birçok noktasından yürüyüş mesafesi uzaklığında.
Namba Parks Alışveriş Merkezi
“Bir alışveriş merkezi peyzaj mimarları için niçin bir kentte görülmesi gereken en önemli yerlerden biri olsun ki?” sorusu, peyzaj mimarları ile dolu bir grupla Osaka’da dolaşıyorken en sık karşılaştığım soru oldu sanırım. İlk bakışta oldukça mantıksız gelen bu hareket, Namba Parks’a gittiğimizde ise yerini hep hayranlığa bıraktı. Çünkü Namba Parks, aslında Osaka’nın içinde size neredeyse balta girmemiş orman deneyimi yaşatacak bir kent parkını kendisine kabuk yaparak içine gizlenmiş bir AVM. Bu nedenle içi başkalarını ilgilendirse de, kabuk bizim için en heyecan verici kısmını oluşturuyor. Amerikalı mimar Jon Jerde tarafından tasarlanan AVM ve yanı başındaki iş merkezi, derin bir kanyonun ikiye ayırdığı kütle ve bunun üzerinde, iç kısımdan aniden çıkılabilen çatı bahçeleri ile karakterize oluyor. Dünyanın her yerinde rahatlıkla görülebilecek bir alışveriş alanından sadece birkaç metre ve saniye uzaklıkta, şırıl şırıl akan bir dere ve boyları 6-7 m’ye varan akçaağaçlarla kaplı, çok kapalı (benim gördüğüm en kapalı olabilir) bir kent parkına çıkmak gerçekten olağandışı bir deneyim fırsatı sunuyor. Yedi katlı yeşil çatının en üst katı sıra dışı bir yemek ve seyir deneyimi sunarken, buraya kadar gelirken kat ettiğiniz yol, sizin tercihinize bağlı olarak giriş katından itibaren yol aldığınız yoğun ağaçlık park alanı ya da en klas markaların bulunduğu lüks bir alışveriş merkezinin koridorları olabilir. Ülkemiz için de oldukça ilham verici olmasını dilediğim Namba Parks, Osaka’ya gidince mutlaka görülmesi gereken önemli yerlerden biri. Bununla birlikte rant-ekoloji-markalaşma arasında zaman zaman kafa karıştırıcı ve provake edici fikirleri de akla getiren, farklı bir örnek.
Okayama Korakuen
Hayatımın en güzel dönemlerinden birini geçirdiğim Okayama kentinin, kale ile birlikte en önemli iki noktasından birini oluşturan Japon bahçesi, birçok kaynak tarafından Japonya’nın en iyi 3 Japon bahçesinden biri olarak gösterilmekte. Kuruluş tarihi 1687’lere kadar giden bahçe, önceleri imparator ve ailesi tarafından eğlence amacıyla kullanılan bir alanken, tarihin ilerleyen zamanlarında halka açık bir kamusal alan halini almış. İkinci dünya savaşı sırasında ağır bombardımandan nasiplenen alan aynı zamanda sellerle de boğuşmuş ve 1940’lı yıllarda adeta haritadan silinmiştir. Burada devreye giren Japon sanatı, alanın çok yoğun resmedilmesi ve kayıtların titizlikle tutulması ile birleşerek alanın yeniden kurulmasına büyük destek vermiştir. Bugün gittiğinizde göreceğiniz Japon bahçesinin yaklaşık 400 sene önceki hali ile neredeyse bire bir aynı olmasının en önemli nedeni iyi korunmasından çok; korumanın nasıl mümkün olacağının iyi bilinmesindendir. Özellikle kayıtların ne kadar önemli olduğunun en somut örneklerinden biri olan bahçe, bu anlamda da bize örnek olmasını dilediğim yerlerden birisidir. Korakuen; geniş bir gölet, dereler, yürüyüş yolları ve yükseltilmiş tepesi ile oldukça tipik bir Japon bahçesi özelliği taşımakta. Bununla birlikte geniş çim yüzeyleri onu benzerlerinden ayıran en önemli özellik olarak ön plana çıkıyor. Çay ve pirinç tarlaları da özgünlüğüne katkı sağlayan diğer unsurlar olurken, akçaağaçlar, bambular ve sogo palmiyeleri ile yosun bahçesi alışılageldik olsa da ilgi çekici bulunan diğer unsurları oluşturmakta. Özellikle yaz mevsimini bir renk cümbüşüne çeviren ormangülleri aynı zamanda “kimonosu ile gelenlere giriş bedava” kampanyasından aldığı güçle bahçeyi bir panayır alanına dönüştürüyor. İstasyondan 5 dakikalık bir tramvay yolculuğu ya da alternatif olarak 20 dakikalık bir yürüyüşle ulaşılan bahçe, Japonların uzun süredir boş bıraktıklarını düşündükleri bir konuda; gece ziyaretleri konusunda da ülkenin en önde gelen alanlarından birini oluşturuyor. Son dönemlerde teknoloji destekli Japon fenerleri ile aydınlatılan bahçe, yaz aylarında ziyaretçilere alışık oldukları peyzajdan farklı olarak etkili bir gece görünüşü de sunuyor. Yılın her döneminde sahip olduğu floranın fenolojik karakterini alabildiğine ziyaretçilerin beğenisine sunan Korakuen, hemen bitişiğinde bulunan Okayama Kalesi ile de omuz omuza vererek Japonya’nın en önemli ziyaret alanlarından birini oluşturuyor ve bunu fazlasıyla hak ediyor.
Adachi Sanat Müzesi
Chugoku bölgesindeki en önemli kentlerden biri olan Matsue şehrinde bulunan bu müze, ismini aldığı kurucusu tarafından 1980’den itibaren özellikle yerli halk tarafından çok sevilen bir alanı ifade ediyor. Matsue şehrinin ana arterlerin biraz dışında kalması uluslararası ününü olması gereken seviyelere çıkartamamış olsa da, son on yıl içinde ziyaretçi profilindeki yabancı sayısının artışı müzenin geleceğinin çok daha parlak olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor. Adachi Sanat Müzesi’nin peyzaj mimarlarını ilgilendiren en önemli özelliği ise, Japonlar tarafından büyük bir ilgiyle takip edilen Japon Bahçeleri Dergisi tarafından 2003 yılının en iyi Japon bahçesi seçilmesidir. Burada şaşırtıcı olan asıl nokta ise, normalde içinde gezmeye ve göletlerdeki Koi balıklarına neredeyse dokunmaya alışık olduğumuz Japon bahçelerinin aksine, Adachi’de bahçeye erişimin mümkün olmaması ve sadece müze binası içerisinden görebildiklerimizle yetinmek zorunda kalmamız. İlk duyduğumda beni rahatsız eden ve tuhaf gelen bu durum Adachi’ye gidince bahçenin tasarım karakterinin de verdiği büyü ile sessiz bir kabullenişe dönüşüyor. Matsue şehrine yaklaşık bir saatlik mesafede bulunan alana trenle gitmeniz durumunda, ineceğiniz son istasyondan alana saat başı kalkan ücretsiz servisler oldukça işlevsel oluyorlar. 165.000 metrekarelik bir alanı bir binanın içinden dışarıya doğru baktırarak deneyimletmek gibi “çılgın” bir fikirle ortaya konulan alan Michelin Green Guide Japan tarafından üç yıldız ile ödüllendirilen çok az sayıdaki yerden biri durumunda.
Kyoto
Kyoto, gidiş zamanınız ve amacınıza bağlı olarak günler geçirebileceğiniz, Japonya’nın kültürel başkenti olarak kabul gören oldukça kadim bir kent. Bir yanda sadece istasyon binasından bile algılayabileceğiniz bir uzay çağı kenti karakteri taşırken, diğer yandan yüzlerce yıllık geçmişlerini bugüne kadar getirebilmiş yüzlerce tapınakla sizi zamanda geriye doğru yolculuğa çıkartabilecek bir potansiyeli var. Murou, Tenri ve Namba Parks gibi modern başyapıtlara benzer çarpıcı şeyler arıyorsanız Kyoto çok doğru bir kent olmayabilir. Buna karşın dünyanın en iyi korunmuş tapınaklarından birçoğunu bulabileceğiniz bu kent hem tarihi dokunun korunması, hem de tarihi korurken bugünün tekniklerinden faydalanılması konusunda oldukça çarpıcı örnekleri barındırıyor. Bin yıl kadar başkentlik yapmış, iki milyona yaklaşan nüfusu ile oldukça büyük bir metropol haline gelmiş ve bununla birlikte dünyanın dört bir yanından gelmiş binlerce yabancı öğrenciyle tam bir öğrenci kenti olmuş Kyoto. İsmini altınla kaplanmış cephelerinden alan Altın Tapınak her ne kadar bu kentteki en popüler destinasyon olsa da; ben sizlere biraz daha az turistik davranıp Gümüş Tapınak ve Kyomizudera’dan başlamayı önereceğim. Bunun yanında kentin tarihi merkezi olan Gion da bugün bile esrarını koruyan ünlü geyşaların hala varlıklarını devam ettirdikleri önemli bir destinasyon. Japonya’ya giden her turistin mutlaka deneyimlemesi gereken bu kente değinmeden geçmek en başta ülkeye yapılacak bir haksızlık olurdu. Öte yandan sahip olduğu yüzlerce tapınağı ve kültürel mirası ince detaylarıyla ele almak da yazıyı bir peyzaj mimarlığı rehberinden çok bir gezi yazısına çevreceğinden, Kyoto ile ilgili çarpıcı örnekleri internette ve kitapçılarda bolca bulabileceğiniz. Yukarıda bahsettiğim öneriler doğrultusunda deneyimleyeceğiniz Kyoto’nun oldukça tatmin edici bir deneyim sunacağını garanti ediyorum.